Salı, Şubat 28, 2017

benim özgür olmam gerek

sensizlikte bir gece ile ilgili görsel sonucu




"bana anılar ver, bu şehri seveyim."


Benden çok iyi mektup arkadaşı olacağını- daha doğrusu olduğumu- söyleyen bir arkadaşım vardı. İlk söylediğinde pek umursamamıştım ama sonra birkaç kez daha söyledi. Sanırım haklıydı. Her ne kadar konuşmayı sevsem de fark ettim ki en yakınlarım hep bir mesaj uzaklıktaki insanlardı hayatımda. En yakınlarım, en sevdiklerim.. 

Özlem girmezse olmazmış gibi.. Birilerinin uğruna vazgeçtiğim kararlarım oldu ama o nehire girmeyi yine de istemedim. Gidenler, gelenler hep değerliydi benim için. Beni "ben" yapan zaten onların varlıklarıydı. Evet, vazgeçtiğim kararlarım vardı ama vazgeçtiğim kimse olmadı. Hayatıma aldığım  her insanı o kadar çok sınadım ki geri döndüklerinde beni bulabileceklerini bilerek gittiler.

Hele öyle biri vardı ki.. Sanki hiç gitmemiş gibi kaldı içimde. İçim onunla doldu, doldu taştı. Sayfalara, defterlere döküldü. 

Her şeye başlarken istediğim tek bir şey vardı. Şimdi altın tepsiyle önüme sunuldu ama ben hâlâ erken olup olmadığı konusunda çok kararsızım. "Kaybedecek bir şeyim yok" tezim ilk defa beni yüz üstü bıraktı.

Belki de ilk defa kaybedecek bir şeyim var, kim bilir.

Salı, Şubat 21, 2017

Seni seviyorum'du her şeyin en baştaki sonu

tumblr fotoğraflar ile ilgili görsel sonucu



Birkaç sayfa fotoğrafı geçti elime. Benim yazım, benim sözlerim.. Ama başkası saklıyor, onunmuş gibi saklıyor yazgılı sayfalarımı. Hatırlamıyorum ne zaman verdiğimi. Geri ister miyim bilemedim de. Dursun, dedim. Ne yapılırdı ki onca yıldan sonra eski sayfalar? Nasılsa yine yaparım.. Yazar, yazar veririm birilerine. Olmadı gemi yapar yüzdürürüm sahilde. Geçmiş başka ne işe yarar?

"Bir gün gidersen beni "kaldığına" inandırarak git. Ben ancak, gitmediğine inanarak yaşayabilirim."




Pazar, Şubat 19, 2017

Midende bir boşluk hissi



tumblr kuş black ile ilgili görsel sonucu


-Midende bir boşluk hissi var mı?
-Yok.


Gidiyoruz. Herkesi peşimize takıp birlikte gidiyoruz. Başka nasıl gidilir ki?
Anlayamadığım tek şey bu. Üzerinde kafa patlatıp sonuca bir türlü ulaşamadığım.. Belki sorular sormak yerine cevabını öğrenseydim o zaman bu kadar çok 'cevapsız sorular'ım olmazdı. Olması gereken buydu, öyle söylemişti. Ama insan değişemiyor. Hatalarını düzeltmek de o kadar kolay olmuyor her zaman.

İçinde hâlâ onun için bir yer ayırmışsın gibi..

İçim.. Ne güzel bir kelime oysaki. İçim sevdiğimle dolup taşmalıydı, koca bir boşlukla değil.
Ben mi inat ettim yoksa hayat benimle oyun mu oynuyor, bilmiyorum. Böyle olması gerekiyordu. Böyle olacaktı ve ben direnecektim her şeye.
Direnmedim mi peki?


Pazartesi, Şubat 13, 2017

Diğer seçeneklerimiz neler?



İnsanlar üçe ayrılıyor. Sevdiklerimiz, sevmediklerimiz ve sevmek zorunda bırakıldıklarımız. Hatır uğruna sevmek zorunda kaldınız mı hiç birini? Ya da şöyle sorayım,

Birini sevip sevmediğiniz ikileminde kaldığınız oldu mu hiç?

Kendinizi birini sevdiğinize ikna etmek, en çetrefilli anlardan biridir. Böyle anlarda kendimi geçiştirmeyi denerim. Görmemezlikten gelmek bazen bütün sorunları ortadan kaldırır.

Sadece birisi değil,bir şeyleri sevip sevmediğinizden emin olmak da zordur aslında. Sevdiğiniz bir insan seviyor diye sevmediğiniz bir filmi izlediğiniz, kokusunun bile midenizi bulandırdığı yiyeceklerin dibini sıyırdığınız olmuştur. Bütün bu eziyet neden? Karşımızdakini olduğu gibi kabul etmek bu kadar zor mu?

Kahve içmeye başladığım zamanlar üç şekerli içerdim. Süt tozu bile o acısını bastıramazdı sanki. Daha sonra şekersiz içmeye başladım. Sonra süt tozu kalktı hayatımdan. Gerçek acıların kahvenin acısının bastırdığı günlerle tanışmıştım. 

Bırakmak istediğimin ertesi yine kahve içerken bulmak kendimi, sıradanlaşmıştı. Dürüst olmak gerekirse bir iddia uğruna tuzlu kahve içtikten sonra bir süre kahve gördükçe midem bulandı. Ama bırakamadım. Çünkü kahve bu hayatta sevdiğim tek şeydi. 

Acısına olan aşkım asla son bulmayacaktı. Çünkü kahve, hayatımın değiştiği geceye tanık olan tek sırdaşımdı. 




Perşembe, Şubat 09, 2017

Uçsuz bucaksız bir hayal


Dün gece üçte oturmuş afiş tasarlıyorduk. Sabah onda kalkmış yeni kitaplarımı kucaklıyordum. Normal bir insan için gayet güzel bir döngü olabilir. Oysa bütün gün aklımın bir tarafı uyudu. Diğer tarafıysa iki kat çalışmaktan mayıştı. Takvimime önümüzdeki ayın programını kaydettiğimde durup bir baktım. "Süper" dedim. Her yerden fırlayan hareketli etiketler vardı. Daha sonraki ayda yine etiketler karşıladı beni. Takvimimin daimi etiketlerinin ise 'ambulans' ve 'bavul' olduğunu fark ettim.

Düzen hastası falan değilim. Sadece belirsizliklere dayanamıyorum. Sonucu iyi ya da kötü olsun, yeter ki ne olduğu belirli olsun istiyorum. Bütün bu düzenlemeler biraz da o yüzden. Bütün hayatını beklemeye adamış bir insanın daha fazla sabrının kalmamasını anlamak gerekiyor. 

Bazıları buna 'siyah- beyaz ilişkisi' diyor. Sonra da ekliyor, "Sadece siyah ve beyaz yoktur, gri de vardır". Eğer bir kere sokarsanız hayatınıza griyi, sonra o sizi yönlendirmeye başlıyor. Bütün gücünüzü, umudunuzu, sevginizi hep kendisine istiyor. 

Geçmişinizde bıraktığınız o grilikler hep peşinizde dolanıyor. Ne siyaha döndürebiliyorsunuz- mutlu anılarınız izin vermiyor buna en başta- ne de hiçbir şey yokmuş gibi beyaz kabul edebiliyorsunuz. Öyle taşıyorsunuz sırtınızda geçmişinizi de.

Kordon'da yürürken anlattım bunları İzmir'e. Sonra bütün griliklerimi tek tek sordu. Çoğunun sonunu beyaza çevirdiğimi görünce şaşırdı. Yeni tanıştığım insanların bana itiraflarını bildiği için; siyah başlayan ilişkilerin beyaz sonlara dönmesi, hele ki benim gibi 'umursamaz' diye adlandırılan bir insan tarafından yapılması şaşırtıcıydı.Oysa sadece yüklerimden kurtulmuştum ben.


                              *Bugün İzmir'in doğum günü. 
O, ben söylemesem de içimden geçenleri bilir.
Yine bilecektir.




Çarşamba, Şubat 08, 2017

Vefa bu kadar zor bulunan bir şey mi?



Günler geçiyor, araya bir şeyler giriyor ama çıkış noktamız hep "vefa" oluyor.
Kızgınlıklarımızın, kırgınlıklarımızın sebebini 'vefasızlık' olarak adlandırıyoruz. Uzun uzun konuşmaların sonucu hep böyle oluyor. Oysa insan sevdiklerine nasıl vefasız olabilir ki? 
Ben inanmıyorum buna. Seven insan arar, sorar. Yılda bir de olsa bir satır karalayıverir sevdiğine. Mesafeleri bile alt eden ilişkiler bu şekilde hayatta kalmıyor mu zaten. Yoksa dayanılır mı özleme?

"Nasıl ya?"
"Niye böyle bir şey yaptı ki?"
"Arayacak mı acaba?"
"Ararsa ne diyeceğim?"
"Yok yahu unutmuştur, yoksa mutlaka arardı!"
...

Aramazdı bana kalsa. Aramayacak da. Çünkü "bitti". Bir arkadaşlığın daha sonuna geldik. Beni gördüğündeki şaşkınlığı gözlerimin önünden gitmiyor. O bakışlar aramızdaki dostluğun ne kadar vahim olduğunu anlatıyordu. Birbirimizi son görüşümüz olacağını da ekliyordu. Ölüm sessizliği altında oturduğumuz bir saat de böylece son buldu.

Şimdi olanları düşünüp düşünüp nedenler aramak boşuna. Bazı insanları çıkarmak gerekiyor hayatımızdan ki yenilerine yer açılsın. Vazgeçilmesi en zor olanlar bile aslında hayatımıza sadece ince bir iplikle bağlılar, fazlası değil.  


Pazar, Şubat 05, 2017

Bir şiir dizesi olsaydık

                                               



                                                     

" evet biri vardı hayatımda
nasıl olduğunu bilmiyorum
tek bir gözyaşıyla uyanıyor;
kanımı görüyor
aktığını ve akan kanla tekrar boğulduğumu
ama o sevgilim değil... ve en korkuncu
onu hiçbir zaman senin kadar
sevemeyeceğimi biliyor
belki sadece çok akıllı

iki gün çok üşüdüm..
çok üşüdüm ve ona sarıldım
beni öpseydin eminim onun gibi öperdin"
                                         
                                  sayfa:12 -cevapsız ağrı-


    Umay Umay'ın en sevdiğim şiiridir. Hani farkında olmadan içinizden mırıldandığınız şarkılar, şiirler vardır ya içinize işlemiştir bir yerlerden... Şiir bilgime güvenmesem de Umay Umay'a güvenirim. Hayatıma ne zaman girdiğini hatırlamıyorum, Sadece Kayısı'nın okumam gerektiği konusunda ısrarları üzerine almıştım tüm kitaplarını. Ve şiirin bambaşka bir türüyle karşılaşmıştım.

   Eğer bir şair olsaydım, yaşanılanları yine böyle yazmak isterdim.

   Birkaç defa yazarların romanlarını anlatırken heyecanlarına tanık oldum. Çok garip gelir bana böyle anlar. Bir dünya kurarsın ve herkesi bu dünyaya davet edersin. Beğenmelerini ya da beğenmemelerini düşünmezsin. Yazarlık kurallarındandır bu. Ne okura yazarsın ne okursuz yazarsın. Bana garip gelense yazarın heyecanıdır. İçimde bu heyecanı hiç hissedebilir miyim, bilmiyorum.

   Sevdiğim yazarlardan biriyle yıllar önceki mailleşmelerimiz duruyor. Arada açıp okuyorum. Verdiğim kararların doğruluğunu nasıl anlayacağımı anlatmıştı, bir de bu işe girince artık eski ben olamayacağımı hatta belki bir daha yazamayacağımı söylemişti. Bu blogun amaçlarından biri de buydu. İnsan tükenir; insan unutur; insan kapanır. Önemli olan benliğini geri nasıl bulacağın. Geçen gün karşılıklı otururken anlattım. Küçücük bir yazının hayatımı ne kadar etkilediğinden bahsettim kısaca. "Aman ha, duymasın sakın yazısından etkilendiğimi" diye de ekledim. Güldü.

   Önemli olan zaten o küçücük ışıkların hayatımızı aydınlatmasına izin vermek değil mi?


                                           Söylenilecek, anlatılacak çok şey var. 
                                      Bu gece huzur tutsun yakanızdan..



                                                                                     







Cumartesi, Şubat 04, 2017

Merhaba,



    Buket ben. Okurum, yazarım; gezerim ve yaşarım. Aslında yazmaya başlarken bu blogumun İngilizce olup olmaması konusunda bir tereddüte düştüm. Hatta 5 yıllık blogu bırakıp sıfırdan başlamanın karşıma neler çıkarabileceğini de düşünmeden başlıyorum buraya. Dürüst olmak gerekirse bir dosya projesine başlayacaktım aslında. İçimde o birikimin oluştuğunu hissettim. Ancak daha zamanının erken olduğuna kanaat getirdim ve blogun yıllardır vazgeçilmezim olduğu, defterlerimin aksine burada yazmayı daha çok sevdiğimi hatırladım. Bu postta daha çok kendimden ve tabi ki "Okur, yazar; gezer, yaşar" isminin nereden geldiğini anlatacağım.

   Ne zamandan beri okuduğumu bilmiyorum. Sadece kendimi okumak olayına o kadar çok kaptırdım ki yayın dünyasına girmem kaçınılmaz oldu. Ortalıkta dolanan kitap tanıtım hesaplarının aksine işin mutfağında kendime bir dünya kurdum. 3. yılımın içindeyim yayıncılıkta ve - her ne kadar medyacılığın cazibesi beni biraz sersemletse de- hayatımın sonuna kadar da yayıncılıkta kalmayı düşünüyorum. O kadar yerleşti "okur"luk içime.

  Yazmayaysa sanırım sekiz, dokuz yaşlarında başladım. Bir günlüğüm vardı o yıllarda. İlk sayfasını hâlâ çok net hatırlarım o defterin. Sonradan ömrünün dolduğuna inanıp yırtmış, çöpe atmıştım defterimi. Ondandır pek hatırlamıyorum geçmişteki çocukluk anılarımı. Ama yazmanın nasıl bir tutku olduğunu o sarı defter sayesinde daha iyi anlamıştım.

  3 aylıkken gezmeye başlamışım şehirler arası. On altımdan beri de ülkeler arası oldu bu gezmeler. Saymayı o yüzden bıraktım, elime harita alıp gittiğim yerleri çizmeyi de.

Dünya'nın ne kadar küçük olduğunu Paris'te kaldığım otelde Romen arkadaşımla karşılaştığımda anladım. O gün daha da inandım ki, imkansız diye bir şey yoktu. Hiç ummadığınız bir anda hayatınıza giren insanlar, yine hiç ummadığınız anda hayatınızdan çıkıyordu ve siz yeteri kadar isterseniz bu döngüye bir son verebilirdiniz.

   O geceden sonra gerçekten hayatı 'yaşamak' konusunda düşündüm. Yıllar önce kendime verdiğim bir sözü tutmamın hiç de zor olmadığını anladım. Ve ilk adımı attım. Hayatı dolu dolu yaşamanın ne kadar güzel bir haz olduğunu anladım. Bu yüzden de geçiciliğimi kalıcılığıma saklama kararı alıp bu gönderiyle beraber hayatıma dokunuyorum.